9 Kasım 2011 Çarşamba
...Yıllar Önce...
Küçüklüğümden beridir, İstanbul'a okumaya gelmeden, sık sık teyzemi ziyarete gelirdik. Annem ve ablamın sanat, dans, müzik konusundaki pasifliklerinin tam tersine babam ve ben de bir o kadar zevk alıyoruz bu başlıklardan. Bu yüzdendir ki babam yerinde duramayan bir adam, her gelişimizde İstanbul'a soluğu sokaklarda alırdı, ben de onu yalnız bırakmazdım. Hiçbir şey yapmasak Caddebostan sahile gider oturur ve simit yerdik beraber. Onunla geçirdiğim günleri unutmam mümkün değil, hele ki Galata'da geçirdiğimiz bir günden kalma Galata Köprüsü üzerinde bir şipşakçının ellerinde ölümsüzleştirilmiş anımız vardır ki hala o resmi saklar ve baktıkça gülümserim.
Her ziyaretimizde "Sergi, fuar filan yok mu? Tiyatroya gidelim?? Sinema bile olur allahaşkına şu evden çıkalım.." sayıklamaları hala devam etmekteydi babamın, ama hiçbir zaman da bu hayata geçirilemedi, ta ki düne kadar. Dün artık isteklerinden aile fertlerinin istekleriyle çakışıyor diye her seferinde vazgeçen babamın bir kerede olsa isteklerine tutunmasını istedim ve Devlet Tiyatrolarında Kırmızı adlı oyuna bilet alıverdim tüm aile için. Mızmızlanmalara kulak vermeden Atlas Pasajında, Küçük Sahne'de yerimizi almak için yola çıktık. Önce Mark Rothko'nun belgeseline kulak verdik ve fikir edindik, sonrasındaysa yerimizi aldık ve ışıklar söndü.
Rohko hakkında çok bilgim olmadığından belgesele katılmak oyunu anlamak açısından çok önemliydi ve DT'yi bu durum konusunda tebrik üstüne tebrik ettim. Projeksiyondan çok belli olmayan renkleri, oyunda tabloları temsilen yapılan resimlerde daha etkili görebildim ve gerçekten onlara bile hayran kaldım. ki asıllarını tahmin edemez oldum. Resimlerden çok anlamam ama oyun bana bu anlayış kıtlığımın açısını genişletmemde büyük ölçüde yardımcı oldu. Protreler ya da manzara resimlerinde belirli olan çerçeveniz Rothko'non tablolarında çığırından çıkmakta ve hayal gücünüzün götürdüğü yere koşmaktasınız. Resimdeki fırça darbelerinin hareketleri tam anlamıyla canlı gibi. "Hareket olmazsa resim ölüdür!!"
Oyun ağır olsa da, bana kazandırdıklarıyla sahneye bakan minik koltuğumdan mutlulukla ve ışıklar yandığında babamın yüzündeki gülümsemeyi sonunda gerçekleştirmenin de tatminiyle ayrıldım, sayelerinde bir hatta iki kez daha tabularıma üstün geldim.
Asıl tabloları en yakın zamanda görmek umuduyla ve Rothko'ya saygıyla..
"Yeni bir şeyler yap!"
...Yıllar Sonra...
Tamı tamına yedi yıl öncesinde gitmiş olduğum Rahmi Koç Müzesi'ne bayramda ailemle tekrardan yaptığım ziyarette şunu fark ettim ki, insanın yıllarla biriktirdikleri bakış açısını büyütmekte. Yıllar müzeyi de değiştirmiş tabi ki fakat daha önce gidip gördüğüm ve hatırladığım bölümleri de tüm ayrıntılara açık bir algıyla gezme fırsatı buldum bu seferimde. Duvarlardaki tuğla dizilişlerinin asimetrisinden maketlerin leblebi kadar bile denemeyecek kapı kollarına kadar içime çektim tüm bölümlerini müzenin.
23 Ekim 2011 Pazar
Sahneden Çık!
Spontane gelişmeleri hayatımın hiçbir döneminde bu kadar sevdiğimi hatırlamıyorum. Şu bir ay boyunca yaşadığım, ani kararlarla katıldığım etkinlikleri, hayatımda hiçbir şeye değişmem sanırım. Bu akşam kaçıncısını hayata geçirdim hatırlamıyorum ama yine muhteşem bir akşam geçirdim plansız bir şekilde. Önce İsimsiz'e (Bienal) gitmek için çıktığım eve muhteşem performanslarıyla üç tiyatro izleyerek döndüm. Bienal başka güne kalsa da geniş tarihleri ve geçirdiğim muhteşem akşamın da beni yanıltmaması nedeniyle pişmanlık yaşamıyorum.
Öncelikle Travesti Pinokyo adlı oyuna girmeyi düşnürken bir önceki oyuna yetiştiğim için Sahneden Çık etkinliğindeki Yürüyüşe Çıkmak oyununda buldum kendimi. İlk defa izlediğim bu stil beni o kadar heyecanlandırdı ki ne zaman başladı ne zaman bitti ben bile hatırlamıyorum. Arkadaki perdede Taksim ve Kabataş sokakları ve önünde yürüyen git-geller ile dolu bir kadın. Gelen zift adam ve perdenin arkasındaki modern ortaoyun.. Büyülenmenin ilk adımını burda attım, daha fazlası olamaz derken Travesti Pinokyo'dan sonra 679 adlı oyun için baya bir maraton yaşadık ki insanları ezerek girmek zorunda kaldık içerideki yer sıkıntısı yüzünden. Ali Can Yücesoy için değerdi.. Terk edilmiş bir binada 5 katı tek solukta ve karanlıkta düşe kalka çıktıktan sonra simsiyah bir odada tek bir abajurun altında onu gördüm, yine muhteşem şeyler yaratmak için başladı başka bir vücuda ve ruha bürünmeye.. İngiliz Kemal oluverdi, aşkını hissettirdi, mektuplarını paylaştı, duvarları yumrukladı...
Çıktığımızda bir sonraki seansa da girmemek için kendimi zor tuttum fakat bizi Bale Mobil ve Hamlet bekliyordu ve yine maratona devam ettik Tünel Meydanına doğru.. Fakat beklediğim gibi olmadı, gecenin sebebi olan Travesti Pinokyo bile beni tesadüfen katıldığım oyunlar olan Yürüyüşe Çıkmak ve 679 kadar etkilemedi.
Şu anda sadece 22-23 Ekimde olan etkinliğin sadece 23 Ekim kısmına katılabilmiş olmanın verdiği üzüntüyle başbaşayım fakat önümüzdeki sene neyi kaçırmayacağımı bilmenin verdiği mutlulukla beraberinde o kadar da kötü hissetmiyorum..
Mutlaka katılmanız gereken bir organizasyon olduğunu da söylemeden geçemem... (:
14 Ekim 2011 Cuma
Bir daha görme beni...
Şiirleri, yazanların dünyalarına girerek, anlayarak okumayı çok istedim hep.. Uzun bir süre çabaladım, çokça şiir okudum fakat sanırım hep çok düz şiirlere denk geldim ki hepsi ahenkten yoksun geldi çoğu zaman.. "Bu gün kalktım, seni özledim tatlım" şeklindeki düz yazıyı bölüp buna şiir(!) diyenlere denk gelmiştim belki de.. Bu yüzdendir ki ilk (gerçekten içimdeki coşkuya kapılarak) şiir okuma deneyimimi Murathan Mungan ile yaşadım sanırım..
Bu şiir o kadar etkilemişti ki beni, okuyup bir daha okuyordum. Bir insanın yılmışlığı, yaşadığı acı ancak bu kadar ahenkli ve muhteşem anlatılabilirdi herhalde..
Unutur gibi seviyorum..
Azala azala..
Aramızdaki uzaklığın karanlığında...
9 Ekim 2011 Pazar
Brokoli çorbası (L)
Damarlarımda dolaşan kanın her damlasını hissetmekteyken ben, yorgun ve yaşlı kan hücrelerim organlarımı alev alev yakıyor.. Hayatı dolu dolu yaşamak bu muymuş? Ben yaşadım, hala da devam ediyorum inatla.. "Bayan Evet" olmuş vaziyetteyim. Şimdilerde bu konuda biraz zorlansam da bana getirdiği çok şey oldu zamanında.. Her "evet" bir fırsat demekti benim için, fırsat olmasa da eğlendiğim yanıma kârdı.. Şimdilerde ise kışa girişten mi bilinmez biraz daha kendimle başbaşa kalma modundayım, kitaplarımla dialog kurmak, filmlerimi izlemek, şarkılarımın melodilerinin içine girebilmek..
Hayatımda bir çok sonbahar geçirmiş olsam da, bu seferki en zoru olacak gibi görünüyor.. Her sene yapraklar kuruyup rüzgarla dans ederken ben de hayatımın sonbaharına doğru hızlıca koşuyorum, sanırım bu hızla çok sürmeyecek...
//Bu arada geçenlerde kültür mantarıyla Ottoman Restaurant'ta mükemmel bir brokoli çorbası içtik, onu düşünüyorum.. Mutlaka deneyin!! ;)
4 Ekim 2011 Salı
Büyümek..
Düşüp dizlerini kanattığında çocuksundur bu dünyada, annenin telaşları yüzünden evinden çıkmadığında sadece kukla! Pinokyo olursun kalbin şekillenmez ağaçtan düşmedikçe.. O kolu bacağı kırmazsan değerini bilemezsin sağlıklı olmanın, sonra mutlaka kırarsın daha büyük şeylere katlanırsın belki de.. Çikolatanı çaldırırsın sonra içine tükürmeyi öğrenirsin yemesinler diye
30 Eylül 2011 Cuma
...bir Sonbahar akşamı...
Kargalar ölümün habercisi mi? Bir annenin kargaları uzaklaştırma çabası tarlasını mı oğlunu mu koruma çabası? Öleceğini bilen insan için mi sadece bu kadar değerli saatin tik-takları? Yoksa ölüm demek, saatin tik-taklarının oğlunu erittiğini bilmeden dinlemek demek mi?
“Bu dağlardan kar hiç eksik olmadı” sözü bir annenin haykırışı mı aslında? Ya yaylaya birlikte baharda çıkabileceğini düşündüğün insanın hayatı bahara çıkamazsa?
İşte bunlardı aslında Sonbahar, insanı bu mevsimin soktuğu modu gerçek anlamda mükemmel işlemiş bir filmdi. Çekimleri NBC filmleri kadar mükemmel olmasa da çekeceği yeri iyi seçen bir yönetmen Özcan Alper. Karadeniz aşığı bir insan olarak yaylaları hala tadamamanın üzüntüsünü bu filmdeki karelerle yoğun biçimde tekrar yaşıyorum. Bacanın dumanları, insanlar ve rüzgar olmasa sanki muhteşem bir tabloya olan hayranlık gibi manzaralar.
Her karede gerçek anlamda düşündüren gizli ve minik kutular var. Filmin yavaş olduğunu duymuştum etrafımdakilerden ama izleyince anladım ki aslında yavaş değil, fazlasıyla dolu. Ayrıca siyasi kavgayı ve bu kavgaya gömülen insanları siyasi geçmişle boğmadan kısa ve öz anlatmış kareler de insanı hayran bırakmaya yetiyor.
İnsanın pişmanlığı, aşkı, hayatının son günlerinde masum gözlere yardım çırpınışları.. Çocuk “cezaevi neresi?” diye sorduğunda, bir gün o cezaevinin rutubetli kokusunu çekmiş bu insanın da masumca bu soruyu sorduğunu düşünmeden edemedim.. Ya da iki gölge kumsalda karanlığa gömülüp daha sonra güneş ışığındaki bir banka oturduğunda, bunu; hapse girip özgürlüklerine kavuşan iki gölge olarak betimlemeden.. Replikte geçen “yine olsa yine yapardık” cümlesi de bu betimlemeyi destekler gibiydi…
Yakında oğlunu o mezara gömeceğini bilmeden, bir annenin mezarlığı temizlemesi mi zor yoksa mezara gireceğini bilerek oğlunun bunu uzaklardan izlemesi mi? Peki ya insanın, saniyelerin onu erittiğini bile bile selayı dinlemesi.. O ağırlığın kendisi olacağını bilerek tabuta bu kadar yaklaşması cesaret mi? Son günlerinde sanki onu almasını istercesine denizi seyrederek sigarasını daha da içine çekmesi..
Sonu ise, mükemmel bağlanmış.. Filmin sonunu nerdeyse bilerek izlerken bile beklentilerim yine yetersiz kaldı diyebilirim..
O, emek verdiği tuluma son nefesini verirken, pencereden bakıp; bir gün o yoldan oğlumuzun tabutunun geçeceğini bilebilir miyiz?
“Neden durdun? Ne güzel çalıyordun…”
...Söz uçar, sinema kalır...
Uzun zamandır kafamdaki buhranlardan dolayı içimden pek yazmak gelmese de dün gece öyle bir büyüye kapıldım ki, içimdeki şeytan yine kıpraşıverdi.. Öyle bi'şeydi ki ne rengi vardı ne repliği, sadece izledim ve aşık oldum!
Evet, dün ilk Charlie Chaplin deneyimimi yaşadım, Modern Times ile açılışı yaptım.. İnsanların konuşa konuşa anlaşması durumunun tezini çürütürcesine, sadece şaşkınlığı, gülüşü, dansı, şapşallıkları, kısacası mimikleri ile doldurduğu filmini izlerken zamanın nasıl geçtiğini anlayamadım. Ayrıca sahip olduğu eleştirel yön de insanı hayran bırakır derecede; o kadar hissettirmeden, küçük küçük iğneler batıyor ki birilerine, anlamak için kapasitelerinin yettiğine bile şüpheliyim..
Şimdi ise tüm filmlerini tek tek izleme modunda olsam da buna yeterli zamanımın olmayışı beni üzüyor. Hoş, minik bir netbooktan ya da laptoptan izlenicek filmler olduğunu da düşünmüyorum, belki Beyoğlu Sinemasının tarih kokan salonunda filmin moduna daha da girilebilir, ya da Kültür Mantarının dediği kadarıyla (ben hiç gitmediğimden bilemiyorum) Yeşilçam Sinemasının...
Bir Charlie Chaplin festivali olsa da gitsek demekle yetiniyorum fakat daha ne kadar sabredebilirim bu küçük ekrana, muhteşem filmleri sığdırmaya çalışmadan, bilemiyorum.
26 Eylül 2011 Pazartesi
...NBC...
" Herkes yaptığının cezasını çekiyor, çocuklarsa büyüklerin günahını..."
Bir Zamanlar Anadolu'da.. Nuri yaptı yapacağını, beni aşık etmeyi başardı kendine.. Taksim-AFM'de saat 21.00'da buluştuk.. Vişne suyu aldım, H-14 olan koltuğuma oturdum, onu beklemeye başladım.. Biraz geç kaldı, mağlum reklamlar girdi aramıza.. Kızdım biraz ama gönlümü almayı, bana yaşattığı muhteşem geceyle başardı.. Birlikte Anadolu'nun muhteşem karelerine yolculuk ettik.. Suçlular, polisler, jandarma ve savcı sardı etrafımızı.. Bi'ölüyü arıyolardı, biz izlemekle yetindik.. O kadar güldürdü ki beni, kahkahalarıma hakim olamadım yanımdaki herkes gibi.. Yağmur yağdı, yapraklar tenimizi teğet geçti hafif bir meltemle.. Bir elma düştü, çürüklerin yanına sürüklendi.. Clark Gable'da oradaydı.. Domuz bağı nasılmış, onu gösterdi bana, nerede işime yarayacaksa!! :p Koyun can, kasap et derdindeydi.. Muhtar ise morg ve elektrik.. Sarı bi top geldi okul bahşesinden, minicik bir beden aldı topu.. Acısının farkında olmadan geri yolladı topu ve koşmaya başladı.. Çocuklar hayat dolu, ceset ise paramparçaydı...
Biletim ve vişne suyumla girip, dolu kutuyla çıktım Bir Zamanlar Anadolu'dan... Vişne suyunu içmek aklıma gelmemişti ki.. Elimde açık şekilde onu fark edebildiğimde artık çok geçti, ışıklar yandı... Bir an şizofreniden şüphelendim perdenin karşısında; karıştım, bütünleştim, unuttum aldığım nefesi..
"-Bir insan, bir başkasını cezalandırmak için intihar edebilir mi?
- İntihar, her zaman, bir başkasını cezalandırmak için yapılmaz mı zaten?"
Damarlarımdan Mısralar...
...KEŞKE...
Kısa cümlelerle anlamak hayatı,
Bir daha gelemeyeceğini düşünerek
Kısa ve öz yaşamak..
Söz gümüşse sükût altın ya hani!
Gümüşle değil altınla doldurmak.
Altınla doldurup her nefesinin değerini anlamak,
Söylediklerinle değil yaptıklarınla anılmak..
İşte belki o zaman anlamlaşır hayat.
Belki gümüşü sevenler kısadır,
Altın işin özüdür...
Hayatı anlamak ne zor!
Anlatmak daha mı kolaydır?
Sonumuzla değil
Şimdi ile varolduğumuzu,
Daha mı kolay sözcüklerle boğmak?
Ya da susup üç maymunu oynamak?
Sözün altın olduğu diyar,
Benim diyarım değil!
Benim diyarım,
Ne altın ne gümüş..
Benim diyarım toprak,
Benim diyarım deniz,
Benim diyarım nefes,
Benim diyarım yaşamak..
Uzun cümlelerle dolduruyorsan bu şansı,
Sükûta gömüldüğünde
Tek bir kelimeyle özetleyebileceksin hayatını;
Keşke…
İ.Y.
25 Eylül 2011 Pazar
Nüperide...
Yaklaşık 3 ay boyunca internetten, kitap satan yerlerden ve sahaflardan aramaktan bıkmadığım, en sonunda Taksim- Aslıhan Pasajında en ümitsiz anımda miniminnacık bir sahaf dükkanında kavuştuğum kitabım..
O kadar çok vakit geçirdim ki o rutubetli sayfalarla, neredeyse her 3 saatlik tren yolculuğumda yeniden ve yeniden bitirdim, en sonundaki bu muhteşem mısraları yeniden ve yeniden okudum, kalbime kazırcasına.. Kitabın sonuna geldiğimden mi yoksa gerçek dünyadan tamamen soyutlanıp kendimi kaptırdığımdan mıdır bilinmez her seferinde yine gözlerim doldu ve bitmesin istedim...
"a(v)cı
ya da
sonsöz
sanki kanatlanıp en beklenmedik rüzgarlara karşı dalga dalga uçuyorum...
uçuyorum kuş olmuş bir insan gibi mutlu
mutlu içimdeki karabasanları öldürmek adına
çığlık atıyorum göklere
göklerde anlamsız tedirginlikler yok
yok olmalı zaten bunca yüksekte
ama acı mutluluğun kardeşi
kardeşi değil acı mutluluğun içinde gizli hatta
hatta acı mutluluğun ta kendisi
birden bir acı saplanıveriyor gövdeme
mutluluğun yerine sıyırıp geçmiyor
geçmiyor ki kanadımı yavaş yavaş
yavaş yavaş şekiller çizerek düşeyim
düşeyim ölmeye hazırlanan bir kuş gibi
hayır
en orta yerimden vuruyor birden
birden inivereyim diye
düşüyorum
öylece suskun duruyorum toprağın üzerinde çamur içinde
çamur içinde uçma yasağı, yükselmek yok artık, ayağıma tel bağlıyor avcı
avcı omzuna asıyor kan beynime sıçrıyor ölüyorum sanki
sanki ölüyorum
avcı acı
acı avcı demek
ölüyorum sen başka adam kollarında umursamazken dünyayı -dünyanın içinde ben de varım-
ben de varım sözlerimi anlamazdan gelip başka adam sıcaklığı duyarken içinde
içinde bir şeyler burkulsa yüzün bir an buruşsa ben gelmişimdir aklına zaten
zaten sıyırıp atıverirsin o maskeyi bilirsin
bilirsin o maske bir anlıktı üzmeden geçti
gerçi unutturdu adam sana dudaklarından ıslak bir öpücük gibi çekti aldı beni
beni ve benimle ilgili her şeyi
ölüyorum yokum
yokum artık seviş onunla sayma beni ki ben demeye hakkım yok biliyorum
biliyorum ben yokum senin acımasız dünyanda susuyorum
sus(a)mak hayatımın en önemli parçası ve susmak derimin yüzülmesi ellerimin kanaması
düşlerimi düşündüklerimi isteklerimi hissettiklerimi söyleyememek
söyleyememek en küçük bebeği en büyük mezara gömmek demek öldürmeden hem de
hem de diri diri insan değilsin sen
sen insansın hem de en güzeli
söz veriyorum bu odadan çıkmaz kağıtlar
kağıtlar saklar sırları
sırları bir bana fısıldar kalemim bir de kağıtlara sessizce
sessizce eğilip de kulağına ilk "seni seviyorum"u fısıldadığım gibi
ihanet etmez onlar onca zahmet vererek büyüttüğün saksıdaki çiçekler gibi
sen gider gitmez yeni yapraklar yeni çiçekler fışkırdı gidişini kutlarcasına büyüdüler
oysa senin sesin yerine benim sesim vardı üzerlerinde
üzerlerinde benim kokum vardı benim tenim
tenim sevdi onları her sabah sesim okşadı kadife çiçeklerini ama onlar coştukça
coştukça renkleri kuşlar ölüp bahçeme düşmeye başladılar soğuktan
soğuktan bem de hasta olup yatağa düştü zavallı kuşlar
zavallı kuşlar göçemedi soğuktan
soğuktan yağmur yağmaz oldu hep kar vardı hep kardan adam yaptı çocuklar günlerce
günlerce ben onları seyrettim kıpırdamadan
kıpırdamadan kardan adam oldum
kardan adam oldum burnu havuç gözleri kömür
gel artık havalar ısınınca kardan adamlar ölür
ki gelmezsin biliyorum
biliyorum sen avcısındır
kendimden geçip gökyüzünü seyrettiğim kıyıda kimi zaman
kimi zaman en azılı orospusundur ya da masum bir çocuk nedense
ve nedense hepsinin ortak özelliği benim olmayışın yani sen avcı ben acı
acı yani sen yakan güneş ben kardan adam burnu havuç gözleri kömür
gel artık havalar ısınınca kardan adamlar ölür."
Bir gün, belki, ben de sevdiğim adam için ağaçtan düşüp kötürüm kalırsam bu kadar muhteşem bir şiir yazabilirim...
20 Eylül 2011 Salı
Limon'un sihri...
Bekliyorum... O kadar zor ki sabretmek o yoldayken, hatta belki de yola çıkmamışken henüz.. Masamda oturuyorum, etrafıma bakınıyorum..
Bu düşüncelerin arasında zamanın nasıl geçtiğini anlayamadan karşımda onu gördüm.. Kalbim yerinden fırlayacak gibiydi.. Bembeyaz teni, kahverengi pantolonu ve sarı saçları ile karşımda duruyordu.. Teni öyle yumuşak görünüyordu ki, durmadan onu öpmek istiyordum..
Sonunda masama geldi.. Karşımdaydı.. İnanması çok zordu ama karşımdaydı sonunda, evet.. Göz göze geldik bir an ve ben bir daha ayıramadım gözlerimi ondan.. Tepeden tırnağa muhteşem görünüyordu, hele kokusu.. Kokusunu anlatmam imkansızdı, sadece içime çekiyor ve kendimden geçiyordum..
Limonlu cheesecake aşkımdın... Her yeni tabakta ağzımın suyu aktı, bıkacağımı hiç düşünmeden iştahla çatallamaya başladım.. Bi süre sonra yoruldum, ona doydum.. Sonunda şişirdiğim göbeğimle doymuş şekilde kırıntılarıyla başbaşa bıraktım seni..
19 Eylül 2011 Pazartesi
Queen of the Chocolate!!
Çikolata, çocukluğumuzun serveti... Masum bir gülüşün sebebi, belki de mutluluğumuzun sonsuz anahtarı...
Küçüklüğümden beri her zaman doya doya çikolata yemek istedim (çikolataya hiç doyulur mu ki acaba??) fakat her zaman kilo sorunu yaşayan bir çocuk olarak hep az ile yetinmeye alıştırıldım.. (10 dakika önce yediğim fındıklı kekin pişmanlığını hala taşıyorum, kahve de cabası..)
Ya hayat umursadıkça anlamsızlaşıyorsa, umursamadan yaşayacağımız 1 yıl 40 yılımıza eşdeğerse?? Kim garantisini verebilir ki umursarken 40 yıl daha yaşayacağını?
18 Eylül 2011 Pazar
Sahne!!
Tiyatro sezonu açılmadı halen fakat izlediğim bir oyun aklımdan çıkmıyor ki o da "Aklı Havada"
Yunus Emre Kültür Merkezi'nde aylar önce sahnelenen bu oyun şu anda bile düşündükçe kalp atışlarımı hızlandırmaya yetiyor. Alican Yücesoy'un Hezarfen'i canlandırdığı muhteşem oyun, sahne ışıklarının bedenlerden yansımasını kalbe ve beyne nakış gibi işliyor...
Hezarfen Ahmet Çelebi'nin hayatının uçmaya yakın olan kısmını ele alan bu eleştirel, komedi, dram, kısacası her şeyden bir tutam içinde barındıran bu çeşnisi bol yemek o kadar lezzetliydi ki tatmayanlar keşke tadabilselerdi.. Kemanın en içten melodileri, dansçıların şiir gibi akışı ve kuklaların bile kalbi olması...
Tiyatro, sinemanın tersine nefeslerin ve alın terinin karışarak oyunun birlikte oynanması aslında.. Hiçbir sinema filmini hatırlamıyorum ki bu kadar gerçek ve bu kadar heyecan verici.. Oyunda gözyaşlarına dokunabiliyor olmak bile çok ayrı bir tatmin bana kalırsa.. Apayrı bir dünya (hayalinde oyuncu olmak isteyen bir insandan bunu duymanız sizi yanıltmasın, izlemek de en az yaşamak gibi o duyguyu aslında.. ) Alican Yücesoy'un Hezarfen'in kuklasını seyircilerin (yani bizim) üzerimizde uçurduğu saniyeleri unutamayacağım.
Hiç bir oyun birbirinin tıpatıp aynısı değil, en azından bir mimik, bir söz ya da bir gülüş birini diğerinden ayırmaya yeter, bu yüzden tüm seanslara girip çıksam dahi sıkılmam diye düşünüyorum fakat bu deliliği henüz yapmadım, sezonun açılmasını dört gözle bekliyorum... (:
Umarım o salonlardan birinde görüşürüz yabancı! ;)