30 Eylül 2011 Cuma

...bir Sonbahar akşamı...


Kargalar ölümün habercisi mi? Bir annenin kargaları uzaklaştırma çabası tarlasını mı oğlunu mu koruma çabası? Öleceğini bilen insan için mi sadece bu kadar değerli saatin tik-takları? Yoksa ölüm demek, saatin tik-taklarının oğlunu erittiğini bilmeden dinlemek demek mi?

“Bu dağlardan kar hiç eksik olmadı” sözü bir annenin haykırışı mı aslında? Ya yaylaya birlikte baharda çıkabileceğini düşündüğün insanın hayatı bahara çıkamazsa?

İşte bunlardı aslında Sonbahar, insanı bu mevsimin soktuğu modu gerçek anlamda mükemmel işlemiş bir filmdi. Çekimleri NBC filmleri kadar mükemmel olmasa da çekeceği yeri iyi seçen bir yönetmen Özcan Alper. Karadeniz aşığı bir insan olarak yaylaları hala tadamamanın üzüntüsünü bu filmdeki karelerle yoğun biçimde tekrar yaşıyorum. Bacanın dumanları, insanlar ve rüzgar olmasa sanki muhteşem bir tabloya olan hayranlık gibi manzaralar.

Her karede gerçek anlamda düşündüren gizli ve minik kutular var. Filmin yavaş olduğunu duymuştum etrafımdakilerden ama izleyince anladım ki aslında yavaş değil, fazlasıyla dolu. Ayrıca siyasi kavgayı ve bu kavgaya gömülen insanları siyasi geçmişle boğmadan kısa ve öz anlatmış kareler de insanı hayran bırakmaya yetiyor.

İnsanın pişmanlığı, aşkı, hayatının son günlerinde masum gözlere yardım çırpınışları.. Çocuk “cezaevi neresi?” diye sorduğunda, bir gün o cezaevinin rutubetli kokusunu çekmiş bu insanın da masumca bu soruyu sorduğunu düşünmeden edemedim.. Ya da iki gölge kumsalda karanlığa gömülüp daha sonra güneş ışığındaki bir banka oturduğunda, bunu; hapse girip özgürlüklerine kavuşan iki gölge olarak betimlemeden.. Replikte geçen “yine olsa yine yapardık” cümlesi de bu betimlemeyi destekler gibiydi…

Yakında oğlunu o mezara gömeceğini bilmeden, bir annenin mezarlığı temizlemesi mi zor yoksa mezara gireceğini bilerek oğlunun bunu uzaklardan izlemesi mi? Peki ya insanın, saniyelerin onu erittiğini bile bile selayı dinlemesi.. O ağırlığın kendisi olacağını bilerek tabuta bu kadar yaklaşması cesaret mi? Son günlerinde sanki onu almasını istercesine denizi seyrederek sigarasını daha da içine çekmesi..

Sonu ise, mükemmel bağlanmış.. Filmin sonunu nerdeyse bilerek izlerken bile beklentilerim yine yetersiz kaldı diyebilirim..

O, emek verdiği tuluma son nefesini verirken, pencereden bakıp; bir gün o yoldan oğlumuzun tabutunun geçeceğini bilebilir miyiz?

“Neden durdun? Ne güzel çalıyordun…”

...Söz uçar, sinema kalır...


Uzun zamandır kafamdaki buhranlardan dolayı içimden pek yazmak gelmese de dün gece öyle bir büyüye kapıldım ki, içimdeki şeytan yine kıpraşıverdi.. Öyle bi'şeydi ki ne rengi vardı ne repliği, sadece izledim ve aşık oldum!

Evet, dün ilk Charlie Chaplin deneyimimi yaşadım, Modern Times ile açılışı yaptım.. İnsanların konuşa konuşa anlaşması durumunun tezini çürütürcesine, sadece şaşkınlığı, gülüşü, dansı, şapşallıkları, kısacası mimikleri ile doldurduğu filmini izlerken zamanın nasıl geçtiğini anlayamadım. Ayrıca sahip olduğu eleştirel yön de insanı hayran bırakır derecede; o kadar hissettirmeden, küçük küçük iğneler batıyor ki birilerine, anlamak için kapasitelerinin yettiğine bile şüpheliyim..

Şimdi ise tüm filmlerini tek tek izleme modunda olsam da buna yeterli zamanımın olmayışı beni üzüyor. Hoş, minik bir netbooktan ya da laptoptan izlenicek filmler olduğunu da düşünmüyorum, belki Beyoğlu Sinemasının tarih kokan salonunda filmin moduna daha da girilebilir, ya da Kültür Mantarının dediği kadarıyla (ben hiç gitmediğimden bilemiyorum) Yeşilçam Sinemasının...

Bir Charlie Chaplin festivali olsa da gitsek demekle yetiniyorum fakat daha ne kadar sabredebilirim bu küçük ekrana, muhteşem filmleri sığdırmaya çalışmadan, bilemiyorum.

26 Eylül 2011 Pazartesi

...NBC...


" Herkes yaptığının cezasını çekiyor, çocuklarsa büyüklerin günahını..."

Bir Zamanlar Anadolu'da.. Nuri yaptı yapacağını, beni aşık etmeyi başardı kendine.. Taksim-AFM'de saat 21.00'da buluştuk.. Vişne suyu aldım, H-14 olan koltuğuma oturdum, onu beklemeye başladım.. Biraz geç kaldı, mağlum reklamlar girdi aramıza.. Kızdım biraz ama gönlümü almayı, bana yaşattığı muhteşem geceyle başardı.. Birlikte Anadolu'nun muhteşem karelerine yolculuk ettik.. Suçlular, polisler, jandarma ve savcı sardı etrafımızı.. Bi'ölüyü arıyolardı, biz izlemekle yetindik.. O kadar güldürdü ki beni, kahkahalarıma hakim olamadım yanımdaki herkes gibi.. Yağmur yağdı, yapraklar tenimizi teğet geçti hafif bir meltemle.. Bir elma düştü, çürüklerin yanına sürüklendi.. Clark Gable'da oradaydı..
Domuz bağı nasılmış, onu gösterdi bana, nerede işime yarayacaksa!! :p Koyun can, kasap et derdindeydi.. Muhtar ise morg ve elektrik.. Sarı bi top geldi okul bahşesinden, minicik bir beden aldı topu.. Acısının farkında olmadan geri yolladı topu ve koşmaya başladı.. Çocuklar hayat dolu, ceset ise paramparçaydı...

Hala filmin etkisinden kurtulabilmiş değilim.. Hatta yine gidip her seansa girip tüm replikleri kafama kazımak, tüm görüntüleri yine yaşamak istiyorum.. Salona girerken gerçekten büyük beklentilerim vardı, salondan çıkarken ise yeterince büyük olmadığını farkettim beklentilerimin, tam anlamıyla muhteşemdin!!

Biletim ve vişne suyumla girip, dolu kutuyla çıktım Bir Zamanlar Anadolu'dan... Vişne suyunu içmek aklıma gelmemişti ki.. Elimde açık şekilde onu fark edebildiğimde artık çok geçti, ışıklar yandı... Bir an şizofreniden şüphelendim perdenin karşısında; karıştım, bütünleştim, unuttum aldığım nefesi..

"-Bir insan, bir başkasını cezalandırmak için intihar edebilir mi?
- İntihar, her zaman, bir başkasını cezalandırmak için yapılmaz mı zaten?"

Damarlarımdan Mısralar...


...KEŞKE...


Kısa cümlelerle anlamak hayatı,

Bir daha gelemeyeceğini düşünerek

Kısa ve öz yaşamak..

Söz gümüşse sükût altın ya hani!

Gümüşle değil altınla doldurmak.

Altınla doldurup her nefesinin değerini anlamak,

Söylediklerinle değil yaptıklarınla anılmak..

İşte belki o zaman anlamlaşır hayat.


Belki gümüşü sevenler kısadır,

Altın işin özüdür...


Hayatı anlamak ne zor!

Anlatmak daha mı kolaydır?

Sonumuzla değil

Şimdi ile varolduğumuzu,

Daha mı kolay sözcüklerle boğmak?

Ya da susup üç maymunu oynamak?


Sözün altın olduğu diyar,

Benim diyarım değil!

Benim diyarım,

Ne altın ne gümüş..

Benim diyarım toprak,

Benim diyarım deniz,

Benim diyarım nefes,

Benim diyarım yaşamak..


Uzun cümlelerle dolduruyorsan bu şansı,

Sükûta gömüldüğünde

Tek bir kelimeyle özetleyebileceksin hayatını;

Keşke…

İ.Y.

25 Eylül 2011 Pazar

Nüperide...


Yaklaşık 3 ay boyunca internetten, kitap satan yerlerden ve sahaflardan aramaktan bıkmadığım, en sonunda Taksim- Aslıhan Pasajında en ümitsiz anımda miniminnacık bir sahaf dükkanında kavuştuğum kitabım..

O kadar çok vakit geçirdim ki o rutubetli sayfalarla, neredeyse her 3 saatlik tren yolculuğumda yeniden ve yeniden bitirdim, en sonundaki bu muhteşem mısraları yeniden ve yeniden okudum, kalbime kazırcasına.. Kitabın sonuna geldiğimden mi yoksa gerçek dünyadan tamamen soyutlanıp kendimi kaptırdığımdan mıdır bilinmez her seferinde yine gözlerim doldu ve bitmesin istedim...


"a(v)cı
ya da
sonsöz

sanki kanatlanıp en beklenmedik rüzgarlara karşı dalga dalga uçuyorum...
uçuyorum kuş olmuş bir insan gibi mutlu
mutlu içimdeki karabasanları öldürmek adına
çığlık atıyorum göklere
göklerde anlamsız tedirginlikler yok
yok olmalı zaten bunca yüksekte
ama acı mutluluğun kardeşi
kardeşi değil acı mutluluğun içinde gizli hatta
hatta acı mutluluğun ta kendisi

birden bir acı saplanıveriyor gövdeme
mutluluğun yerine sıyırıp geçmiyor
geçmiyor ki kanadımı yavaş yavaş
yavaş yavaş şekiller çizerek düşeyim
düşeyim ölmeye hazırlanan bir kuş gibi
hayır
en orta yerimden vuruyor birden
birden inivereyim diye

düşüyorum

öylece suskun duruyorum toprağın üzerinde çamur içinde
çamur içinde uçma yasağı, yükselmek yok artık, ayağıma tel bağlıyor avcı
avcı omzuna asıyor kan beynime sıçrıyor ölüyorum sanki
sanki ölüyorum

avcı acı
acı avcı demek

ölüyorum sen başka adam kollarında umursamazken dünyayı -dünyanın içinde ben de varım-
ben de varım sözlerimi anlamazdan gelip başka adam sıcaklığı duyarken içinde
içinde bir şeyler burkulsa yüzün bir an buruşsa ben gelmişimdir aklına zaten
zaten sıyırıp atıverirsin o maskeyi bilirsin
bilirsin o maske bir anlıktı üzmeden geçti
gerçi unutturdu adam sana dudaklarından ıslak bir öpücük gibi çekti aldı beni
beni ve benimle ilgili her şeyi

ölüyorum yokum
yokum artık seviş onunla sayma beni ki ben demeye hakkım yok biliyorum
biliyorum ben yokum senin acımasız dünyanda susuyorum
sus(a)mak hayatımın en önemli parçası ve susmak derimin yüzülmesi ellerimin kanaması
düşlerimi düşündüklerimi isteklerimi hissettiklerimi söyleyememek
söyleyememek en küçük bebeği en büyük mezara gömmek demek öldürmeden hem de
hem de diri diri insan değilsin sen
sen insansın hem de en güzeli
söz veriyorum bu odadan çıkmaz kağıtlar
kağıtlar saklar sırları
sırları bir bana fısıldar kalemim bir de kağıtlara sessizce
sessizce eğilip de kulağına ilk "seni seviyorum"u fısıldadığım gibi

ihanet etmez onlar onca zahmet vererek büyüttüğün saksıdaki çiçekler gibi

sen gider gitmez yeni yapraklar yeni çiçekler fışkırdı gidişini kutlarcasına büyüdüler
oysa senin sesin yerine benim sesim vardı üzerlerinde
üzerlerinde benim kokum vardı benim tenim
tenim sevdi onları her sabah sesim okşadı kadife çiçeklerini ama onlar coştukça
coştukça renkleri kuşlar ölüp bahçeme düşmeye başladılar soğuktan
soğuktan bem de hasta olup yatağa düştü zavallı kuşlar
zavallı kuşlar göçemedi soğuktan
soğuktan yağmur yağmaz oldu hep kar vardı hep kardan adam yaptı çocuklar günlerce
günlerce ben onları seyrettim kıpırdamadan
kıpırdamadan kardan adam oldum
kardan adam oldum burnu havuç gözleri kömür

gel artık havalar ısınınca kardan adamlar ölür

ki gelmezsin biliyorum
biliyorum sen avcısındır
kendimden geçip gökyüzünü seyrettiğim kıyıda kimi zaman
kimi zaman en azılı orospusundur ya da masum bir çocuk nedense
ve nedense hepsinin ortak özelliği benim olmayışın yani sen avcı ben acı
acı yani sen yakan güneş ben kardan adam burnu havuç gözleri kömür

gel artık havalar ısınınca kardan adamlar ölür."

Bir gün, belki, ben de sevdiğim adam için ağaçtan düşüp kötürüm kalırsam bu kadar muhteşem bir şiir yazabilirim...

20 Eylül 2011 Salı

Limon'un sihri...


Bekliyorum... O kadar zor ki sabretmek o yoldayken, hatta belki de yola çıkmamışken henüz.. Masamda oturuyorum, etrafıma bakınıyorum..

Artık sabredemeyeceğim anlıyorum, stresten bacağımı sallamaya başlıyorum.. Sinirlerim gerilmeye başlıyor o yokken masamda, hala gözlerim onu arıyor.. Her gelene bakıyorum geliyor mu diye ama boş..

Halbuki sabah uyandığımdan beri onun hayaliyle yaşıyordum, rüyamda bile onu görmüştüm , çünkü gece yatmadan onunla buluşma hayalini kurmuştum çoktan..

Bu düşüncelerin arasında zamanın nasıl geçtiğini anlayamadan karşımda onu gördüm.. Kalbim yerinden fırlayacak gibiydi.. Bembeyaz teni, kahverengi pantolonu ve sarı saçları ile karşımda duruyordu.. Teni öyle yumuşak görünüyordu ki, durmadan onu öpmek istiyordum..

Bana doğru gelirken kalbim yerinden fırlayacak gibiydi, gittikçe hızlanıyordu, patlayacak gibi hissediyordum.. Açtım ona, hemde deli gibi açtım..

Sonunda masama geldi.. Karşımdaydı.. İnanması çok zordu ama karşımdaydı sonunda, evet.. Göz göze geldik bir an ve ben bir daha ayıramadım gözlerimi ondan.. Tepeden tırnağa muhteşem görünüyordu, hele kokusu.. Kokusunu anlatmam imkansızdı, sadece içime çekiyor ve kendimden geçiyordum..

O an hiç bitmesin, hep karşımda kalsın istiyordum, yaşadığımız muhteşem dakikalar (ya da benim muhteşem hissettiğim) hiç bitmeseydi hep taptaze kalsaydı sevgimiz..

Ama artık çatalı elime almanın zamanı gelmişti, karşı koyamaz hale gelmiştim çünkü ona.. En sonunda çatalı batırdım tam yüreğinin üzerine ve onu lokma lokma yemeye başladım.. İlk lokmada tadını anlatmaya kelimeler kifayetsizdi.. İkinci lokma inanılmazdı, üçüncü; hala muhteşemdi.. Dördüncü, beşinci iyiydi.. Altı fena değil, yedi vasat, sekiz börghhhh...

Gittikçe tadın maalesef ki beni baymaya başladı, son çatal artık ilişkimizin tamamen bitmesi demekti limonlu cheesecake'im.. Zaten sen de karşımda değildin ki artık, seni de bitirmiştim ben.. Belki de oradaydın ama kırıntıların benim için bi'şey ifade etmiyordu artık..

Limonlu cheesecake aşkımdın... Her yeni tabakta ağzımın suyu aktı, bıkacağımı hiç düşünmeden iştahla çatallamaya başladım.. Bi süre sonra yoruldum, ona doydum.. Sonunda şişirdiğim göbeğimle doymuş şekilde kırıntılarıyla başbaşa bıraktım seni..

Nerden mi biliyorum?? Çünkü ben de bi zamanlar limonlu cheesecake kadar lezzetli idim... Artık sadece kırıntılarımla başbaşayım...

19 Eylül 2011 Pazartesi

Queen of the Chocolate!!


Çikolata, çocukluğumuzun serveti... Masum bir gülüşün sebebi, belki de mutluluğumuzun sonsuz anahtarı...

Küçüklüğümden beri her zaman doya doya çikolata yemek istedim (çikolataya hiç doyulur mu ki acaba??) fakat her zaman kilo sorunu yaşayan bir çocuk olarak hep az ile yetinmeye alıştırıldım.. (10 dakika önce yediğim fındıklı kekin pişmanlığını hala taşıyorum, kahve de cabası..)

Yalnız mıyım yoksa hepimiz mi böyle alıştırıldık da hep sebep sonuç ilişkileriyle hayatımıza yön veriyoruz bilemiyorum.. Hayaller mi çok sonsuz yoksa bizde mi onları gerçekleştirecek cesaret yok? "Kimin umrunda" deyip belki kilolarca çikolatayı midemize indirmek isterken, arabanın gazına abanmak ölümü hiç aklına getirmeden... Tanımadığın birine sadece rahatlamak için tokat atmak mesela.. Ödeyeceklerimiz çok mu ağır umursamadan yaşasak??

Ya hayat umursadıkça anlamsızlaşıyorsa, umursamadan yaşayacağımız 1 yıl 40 yılımıza eşdeğerse?? Kim garantisini verebilir ki umursarken 40 yıl daha yaşayacağını?

40 yıl sonrasında elinde koca bir hiç varken ölümün tam kıyısında... Bu daha mı az cesaret ister?


18 Eylül 2011 Pazar

Sahne!!


Tiyatro sezonu açılmadı halen fakat izlediğim bir oyun aklımdan çıkmıyor ki o da "Aklı Havada"

Yunus Emre Kültür Merkezi'nde aylar önce sahnelenen bu oyun şu anda bile düşündükçe kalp atışlarımı hızlandırmaya yetiyor. Alican Yücesoy'un Hezarfen'i canlandırdığı muhteşem oyun, sahne ışıklarının bedenlerden yansımasını kalbe ve beyne nakış gibi işliyor...

Hezarfen Ahmet Çelebi'nin hayatının uçmaya yakın olan kısmını ele alan bu eleştirel, komedi, dram, kısacası her şeyden bir tutam içinde barındıran bu çeşnisi bol yemek o kadar lezzetliydi ki tatmayanlar keşke tadabilselerdi.. Kemanın en içten melodileri, dansçıların şiir gibi akışı ve kuklaların bile kalbi olması...

Tiyatro, sinemanın tersine nefeslerin ve alın terinin karışarak oyunun birlikte oynanması aslında.. Hiçbir sinema filmini hatırlamıyorum ki bu kadar gerçek ve bu kadar heyecan verici.. Oyunda gözyaşlarına dokunabiliyor olmak bile çok ayrı bir tatmin bana kalırsa.. Apayrı bir dünya (hayalinde oyuncu olmak isteyen bir insandan bunu duymanız sizi yanıltmasın, izlemek de en az yaşamak gibi o duyguyu aslında.. ) Alican Yücesoy'un Hezarfen'in kuklasını seyircilerin (yani bizim) üzerimizde uçurduğu saniyeleri unutamayacağım.

Hiç bir oyun birbirinin tıpatıp aynısı değil, en azından bir mimik, bir söz ya da bir gülüş birini diğerinden ayırmaya yeter, bu yüzden tüm seanslara girip çıksam dahi sıkılmam diye düşünüyorum fakat bu deliliği henüz yapmadım, sezonun açılmasını dört gözle bekliyorum... (:

Umarım o salonlardan birinde görüşürüz yabancı! ;)