4 Ağustos 2012 Cumartesi

Arap Saçı

Ve sen...
Öyle donuklaştın ki aniden
Sebeplerini çözemeden çırpınıp dururken..
Zor yolu aşmak
Kolay yolu seçmek
Orta yol bulmak?
Denemedik mi sanki...
Rüyalarımda
"Elveda..."
Evet!
Bitmişti her şey..
Ve ben..
O kadar huzurlu
O kadar huzursuz
O kadar mutlu
O kadar mutsuz...
Gerçekte de
Mutlu eder miydi beni
Sana dokunamamak
Öpememek
Uyuyamamak seninle
Gülememek ve
Ağlayamamak?
Seçim yapmak...
O kadar cesaret,
O kadar güç isteyen bi'şey ki meret!
Peki gitmek..
O da güç istemez mi sanki...
Ya kalmak?

9 Kasım 2011 Çarşamba

...Yıllar Önce...


Küçüklüğümden beridir, İstanbul'a okumaya gelmeden, sık sık teyzemi ziyarete gelirdik. Annem ve ablamın sanat, dans, müzik konusundaki pasifliklerinin tam tersine babam ve ben de bir o kadar zevk alıyoruz bu başlıklardan. Bu yüzdendir ki babam yerinde duramayan bir adam, her gelişimizde İstanbul'a soluğu sokaklarda alırdı, ben de onu yalnız bırakmazdım. Hiçbir şey yapmasak Caddebostan sahile gider oturur ve simit yerdik beraber. Onunla geçirdiğim günleri unutmam mümkün değil, hele ki Galata'da geçirdiğimiz bir günden kalma Galata Köprüsü üzerinde bir şipşakçının ellerinde ölümsüzleştirilmiş anımız vardır ki hala o resmi saklar ve baktıkça gülümserim.

Her ziyaretimizde "Sergi, fuar filan yok mu? Tiyatroya gidelim?? Sinema bile olur allahaşkına şu evden çıkalım.." sayıklamaları hala devam etmekteydi babamın, ama hiçbir zaman da bu hayata geçirilemedi, ta ki düne kadar. Dün artık isteklerinden aile fertlerinin istekleriyle çakışıyor diye her seferinde vazgeçen babamın bir kerede olsa isteklerine tutunmasını istedim ve Devlet Tiyatrolarında Kırmızı adlı oyuna bilet alıverdim tüm aile için. Mızmızlanmalara kulak vermeden Atlas Pasajında, Küçük Sahne'de yerimizi almak için yola çıktık. Önce Mark Rothko'nun belgeseline kulak verdik ve fikir edindik, sonrasındaysa yerimizi aldık ve ışıklar söndü.

Rohko hakkında çok bilgim olmadığından belgesele katılmak oyunu anlamak açısından çok önemliydi ve DT'yi bu durum konusunda tebrik üstüne tebrik ettim. Projeksiyondan çok belli olmayan renkleri, oyunda tabloları temsilen yapılan resimlerde daha etkili görebildim ve gerçekten onlara bile hayran kaldım. ki asıllarını tahmin edemez oldum. Resimlerden çok anlamam ama oyun bana bu anlayış kıtlığımın açısını genişletmemde büyük ölçüde yardımcı oldu. Protreler ya da manzara resimlerinde belirli olan çerçeveniz Rothko'non tablolarında çığırından çıkmakta ve hayal gücünüzün götürdüğü yere koşmaktasınız. Resimdeki fırça darbelerinin hareketleri tam anlamıyla canlı gibi. "Hareket olmazsa resim ölüdür!!"

Oyun ağır olsa da, bana kazandırdıklarıyla sahneye bakan minik koltuğumdan mutlulukla ve ışıklar yandığında babamın yüzündeki gülümsemeyi sonunda gerçekleştirmenin de tatminiyle ayrıldım, sayelerinde bir hatta iki kez daha tabularıma üstün geldim.

Asıl tabloları en yakın zamanda görmek umuduyla ve Rothko'ya saygıyla..

"Yeni bir şeyler yap!"

...Yıllar Sonra...


Tamı tamına yedi yıl öncesinde gitmiş olduğum Rahmi Koç Müzesi'ne bayramda ailemle tekrardan yaptığım ziyarette şunu fark ettim ki, insanın yıllarla biriktirdikleri bakış açısını büyütmekte. Yıllar müzeyi de değiştirmiş tabi ki fakat daha önce gidip gördüğüm ve hatırladığım bölümleri de tüm ayrıntılara açık bir algıyla gezme fırsatı buldum bu seferimde. Duvarlardaki tuğla dizilişlerinin asimetrisinden maketlerin leblebi kadar bile denemeyecek kapı kollarına kadar içime çektim tüm bölümlerini müzenin.

Büyük ve bir o kadar da dolu odalarda gezerken her ince noktaya bakar ve kalır buldum kendimi. Saate baktığımda suyun bile bu kadar hızlı akamayacağını düşündüm. Gece orada kalamayacağım ve bir daha gelene kadar gezemediğim bölümlerin aklımda kalacağını adım gibi bildiğimden biraz daha hızlanmaya ve her yeri görmeye karar vererek aslında en yakın zamanda tekrar ziyaretçi olacağımın da kararını vermiş oldum. Sabahın köründen kapanışına kadar her yere milim milim bakmak ve fotoğraflamak en güzeli olacak. ITU bünyesindeki Martı projesi ile hidrojen teknesi bayram sonrası Haliç sularına indiğinde benim de tekrardan bu müzeye gitme bahanem olacak diye ummakta ve müzenin daha %20sini hayranlıkla ve heyecanla her yeri çekerek ölümsüzleştirmiş iken el kameramın şarjının bitmesinin üzüntüsünü duymaktayım.

23 Ekim 2011 Pazar

Sahneden Çık!


Spontane gelişmeleri hayatımın hiçbir döneminde bu kadar sevdiğimi hatırlamıyorum. Şu bir ay boyunca yaşadığım, ani kararlarla katıldığım etkinlikleri, hayatımda hiçbir şeye değişmem sanırım. Bu akşam kaçıncısını hayata geçirdim hatırlamıyorum ama yine muhteşem bir akşam geçirdim plansız bir şekilde. Önce İsimsiz'e (Bienal) gitmek için çıktığım eve muhteşem performanslarıyla üç tiyatro izleyerek döndüm. Bienal başka güne kalsa da geniş tarihleri ve geçirdiğim muhteşem akşamın da beni yanıltmaması nedeniyle pişmanlık yaşamıyorum.

Öncelikle Travesti Pinokyo adlı oyuna girmeyi düşnürken bir önceki oyuna yetiştiğim için Sahneden Çık etkinliğindeki Yürüyüşe Çıkmak oyununda buldum kendimi. İlk defa izlediğim bu stil beni o kadar heyecanlandırdı ki ne zaman başladı ne zaman bitti ben bile hatırlamıyorum. Arkadaki perdede Taksim ve Kabataş sokakları ve önünde yürüyen git-geller ile dolu bir kadın. Gelen zift adam ve perdenin arkasındaki modern ortaoyun.. Büyülenmenin ilk adımını burda attım, daha fazlası olamaz derken Travesti Pinokyo'dan sonra 679 adlı oyun için baya bir maraton yaşadık ki insanları ezerek girmek zorunda kaldık içerideki yer sıkıntısı yüzünden. Ali Can Yücesoy için değerdi.. Terk edilmiş bir binada 5 katı tek solukta ve karanlıkta düşe kalka çıktıktan sonra simsiyah bir odada tek bir abajurun altında onu gördüm, yine muhteşem şeyler yaratmak için başladı başka bir vücuda ve ruha bürünmeye.. İngiliz Kemal oluverdi, aşkını hissettirdi, mektuplarını paylaştı, duvarları yumrukladı...

Çıktığımızda bir sonraki seansa da girmemek için kendimi zor tuttum fakat bizi Bale Mobil ve Hamlet bekliyordu ve yine maratona devam ettik Tünel Meydanına doğru.. Fakat beklediğim gibi olmadı, gecenin sebebi olan Travesti Pinokyo bile beni tesadüfen katıldığım oyunlar olan Yürüyüşe Çıkmak ve 679 kadar etkilemedi.

Şu anda sadece 22-23 Ekimde olan etkinliğin sadece 23 Ekim kısmına katılabilmiş olmanın verdiği üzüntüyle başbaşayım fakat önümüzdeki sene neyi kaçırmayacağımı bilmenin verdiği mutlulukla beraberinde o kadar da kötü hissetmiyorum..

Mutlaka katılmanız gereken bir organizasyon olduğunu da söylemeden geçemem... (:

14 Ekim 2011 Cuma

Bir daha görme beni...


Şiirleri, yazanların dünyalarına girerek, anlayarak okumayı çok istedim hep.. Uzun bir süre çabaladım, çokça şiir okudum fakat sanırım hep çok düz şiirlere denk geldim ki hepsi ahenkten yoksun geldi çoğu zaman.. "Bu gün kalktım, seni özledim tatlım" şeklindeki düz yazıyı bölüp buna şiir(!) diyenlere denk gelmiştim belki de.. Bu yüzdendir ki ilk (gerçekten içimdeki coşkuya kapılarak) şiir okuma deneyimimi Murathan Mungan ile yaşadım sanırım..

Bu şiir o kadar etkilemişti ki beni, okuyup bir daha okuyordum. Bir insanın yılmışlığı, yaşadığı acı ancak bu kadar ahenkli ve muhteşem anlatılabilirdi herhalde..

Daha az seviyorum seni,
Giderek daha az..
Unutur gibi seviyorum..
Azala azala..
Aramızdaki uzaklığın karanlığında...

Geceler kısalıp gündüzler uzuyor öyle olunca..
Daha az seviyorum seni,
Kendini iyileştiren bir yara gibi..
Daha az
Ve zamanla...

Sen geceyi tutuyorsun, ben nöbetini..
Uzak dağ kışlalarında
Görmüyoruz birbirimizi..
Usul usul sis iniyor
Kopmuş yollara..
Işığı hafif, uykusu ağır koğuşlarda üzerini örtüyorum senin..
Bir çığ gibi büyüyorsun rüyalarımda..
Sevgilim.. Sevgilim...
Yıldızları daha büyüktür bazı gecelerin...
Nöbet kadar yalnızken anlayacaksın bunu da...

Artık daha az seviyorum seni..
Unutur gibi, ölür gibi daha az..
Yeniden ödetiyorum kendime
Onca aşkın ödetemediğini..
Kolay değildi...
Yalnızca sevgilimi değil, evladımı da kaybettim ben...
Kaç acı birden imtihan etti beni..
Tek gece vardır insanın hayatında,
Ömür boyu sürer nöbeti..
Bu da öyleydi..
İyi ol...
Sağ ol...
Uzak ol...
Ama bir daha görme beni...

...Murathan MUNGAN...

9 Ekim 2011 Pazar

Brokoli çorbası (L)


Damarlarımda dolaşan kanın her damlasını hissetmekteyken ben, yorgun ve yaşlı kan hücrelerim organlarımı alev alev yakıyor.. Hayatı dolu dolu yaşamak bu muymuş? Ben yaşadım, hala da devam ediyorum inatla.. "Bayan Evet" olmuş vaziyetteyim. Şimdilerde bu konuda biraz zorlansam da bana getirdiği çok şey oldu zamanında.. Her "evet" bir fırsat demekti benim için, fırsat olmasa da eğlendiğim yanıma kârdı.. Şimdilerde ise kışa girişten mi bilinmez biraz daha kendimle başbaşa kalma modundayım, kitaplarımla dialog kurmak, filmlerimi izlemek, şarkılarımın melodilerinin içine girebilmek..

Sanırım hayatımı doldurma konusunu abarttım, artık taşıyor gibi.. Bazen o kadar basıyorum ki gaza, bastıkça daha da hızlanmak istiyorum, doyamıyorum.. Sonra... Sonra bi'yerlere toslayıp bir süre yoğun bir bakıma girme ihtiyacı hissediyorum.. Her işe el atıp tamamlayamadan bırakmak zorunda kalıyorum, hayatta en sevmediğim şeyi yapıyorum.. Her şeye yetişmek istiyorum ama ne zaman ne de okul bana yardımcı oluyor.. Bazen bi'kaç parçaya bölünebilseydim keşke diyorum, klonlanmaya gönüllü olucam bu gidişle.. (:

Bir sene öncesine kadar yaşadığım hayat şimdilerde gözümde büyür oldu, ben mi yaşlandım yoksa hayatım zora mı girdi bilemiyorum.. Bu ikilemi sıksık yaşıyorum, dolu yaşamak mı düzene geçmek mi doğru karar diye, sanırım gençlikten orta yaşa geçme bunalımı yaşıyorum.. :D Bunu çoğumuz yaşıyor mu yoksa yalnız mıyım bilemem ama kararsızlığın en kötüsü olduğunu hayatta yaşayarak öğrendim.. O soru işaretiyle yaşamak yok mu, beyni yiyip bitiriyor işte! Kafama takmadan zamana bırakıyım deyince de hayatım uçuruma sürüklenmeye başlıyor, inşa ettiğim binalar 8.7 şiddetinde deprem yaşıyor..

Hayatımda bir çok sonbahar geçirmiş olsam da, bu seferki en zoru olacak gibi görünüyor.. Her sene yapraklar kuruyup rüzgarla dans ederken ben de hayatımın sonbaharına doğru hızlıca koşuyorum, sanırım bu hızla çok sürmeyecek...

Hızlı bir dönemin ardından yoğun bakım kısmına girmeliyim, hayatım bune elverişli olmasa bile, tek ilacım yağmurlu bir havada deliksiz bir uyku.. Kafam zaten çorba gibiyken ben harekete geçmek için enerji toplamaya çalışıyorum, devrelerimi kapatıyorum hayata ve sadece brokoli çorbasını düşünüyorum, ımmmh yami!

//Bu arada geçenlerde kültür mantarıyla Ottoman Restaurant'ta mükemmel bir brokoli çorbası içtik, onu düşünüyorum.. Mutlaka deneyin!! ;)

4 Ekim 2011 Salı

Büyümek..

Gözlerimi açtım, duvarlar bembeyazdı.. İlaç kokusu sardı burnumu, midem bulandı.. Her zaman midem bulanırdı zaten hastane kokusundan...

Odada sadece periyodik bir ses hakimdi, dıt..dıt..dıt..dıt... Sağıma döndüm, bir monitörde içimde kopan fırtınaların en sade şekilde yansımasını gördüm.. Tek bir çizgi, hareketliydi.. "Oh!" dedim "yaşıyorum!"..

Sıksık beynimin yoğun bakım bölgesine kaldırılırım ben böyle, özellikle intihar girişimlerinde.. Sonra monitöre bakarım ve anlarım ki insanın kalp atışlarını gösteren o çizgi aslında ne çok anlam barındırıyor içinde.. En dibe düştüğünde, o çizginin ilerisindeki zirveyi görmenin kolay bi yolu sadece benimki belki de.. O çizgi, sadece nefes almak değil, gerçekten "yaşamak" kelimesinin tam anlamıyla resmi gibi.. Zirvelerin, diplerin hatta zirveden dibe düşüp tekrar normale gelmenin aslında hayat olduğunu; dümdüz monoton bir çizginin yaşamak olmadığını... Gülmek ve ardından ağlamak, kazanmak ve ardından kaybetmek.. Oksijenin ciğerlerini yakması böyle bi'şey olsa gerek...

Düşüp dizlerini kanattığında çocuksundur bu dünyada, annenin telaşları yüzünden evinden çıkmadığında sadece kukla! Pinokyo olursun kalbin şekillenmez ağaçtan düşmedikçe.. O kolu bacağı kırmazsan değerini bilemezsin sağlıklı olmanın, sonra mutlaka kırarsın daha büyük şeylere katlanırsın belki de.. Çikolatanı çaldırırsın sonra içine tükürmeyi öğrenirsin yemesinler diye

Ölmeden yapmak istediğin şeyleri en azından yapmayı denemedikçe pişmanlığın, yaptığından daha da büyük olacak ve büyümeye devam edecek içinde..